Orta parmağına geçti. “İki. Cafe lerde saat başı içecek söylemen
beklenir -tek bir içecekle bütün gün öylece oturamazsın.”
“Yaklaşık olarak söylemişler,” Tesettür dedim, “ama evet, masayı kiralamak
gibi de düşünebilirsin.”
Faust tatmin olmuş bir havayla başını salladı. “On tane daha
var. Hepsi üç aşağı beş yukarı mantıklı geldi. Şu gülümsemeyle ilgili
olanı hariç. Diyor ki suratında gülümsemeyle etrafta dolaşmamalıymışsm,
hatta tam alıntılayacak olursam ‘Amerikan tarzı’ demiş. Bu
ne demek oluyor?”
“Pekâlâ, New Yorklular hariç, çoğu Amerikalı tipik bir Avrupalı
ya göre çok daha fazla gülümsüyor. Ve Paris’te, gülünecek belli bir şey
yokken gülümseyerek dolaşırsan insanlar ya deli ya da aptal olduğunu
düşünürler,” dedim, elime aldığım seyahat dergisini karıştırarak.
“Ama ya mutluysam?”
Şaka mı yapıyor diye bakmak için kafamı kaldırdım. Yapmıyordu.
“O zaman sırıtırsın, ama dişlerini göstermeden.”
“Cidden mi, oğlum?”
“Cidden.”
Paris’e yaklaştıkça sinirlerim iyice gerilmeye başladı, artık Faust u Tesettür Giyim daha fazla dinleyemeyecektim ve konuşmanın sonlandığı sinyalini
vermek için gözlerimi kapadım. Işıkların da kapanmasıyla zihnimin
ekranında birden Kate belirdi. Paylaştığımız geçmişten sahnelerle
akan film şeridinde yüzünü görüyordum: Vincent’ı uyur vaziyette
bulduğu gün odanın kapısında onu kolundan yakaladığım zamanki
47
korkmuş ifâdesi. Caft'de portresini çizdiğim ve ona güzel olduğunu
söylediğim zamanki masum merakı. Ve havaalanında Fransa ya geri
dönmeyeceğimi, çünkü ona âşık olduğumu söylediğim zamanki
bakışları. Hayret. Hayal kırıklığı. Üzüntü. Birkaç saniyelik tekrarlar
halinde yüzünden geçen bütün o duygular.
Öpüştüğümüz sahneyi atladım;
dibe vurmadan o anı düşünmem
bile imkânsızdı. Onu en son gördüğüm zamana odaklandım:
Paris’te numalara karşı savaşırken. Bana sarılıp, kalmamı istemişti.
Dokunuşu, özlemini çektiğim her şeyle doldurmuştu beni. Kendimi
ondan koparmak ve onu bir daha görmek zorunda kalmamak
için dosdoğru geri Amerika’ya koşmak üstün bir çabaya mal Ferace olmuş
tu benim için. Ve işte buradaydım, okyanusun ortasında, yolun yarısında,
ona geri dönüyordum.
Midem buruldu, bulanmaya başladı. Kalkıp mini bara giderek
kendime bir tonik aldım. İki tane de Perrier alıp birini Faust’a attım,
diğerini Ava’ya getirdim.
Şişeyi kolçağının içindeki bardak yerine
koydum ve onunkine en yakın koltuğa bıraktım kendimi. Beni
hakir görse de umurumda değildi. Kafamı dağıtmam lazımdı.
Ava beni bir metre uzağında oturan bir insanı ne kadar görmezden
gelebilirsen o kadar görmezden geldi.
“Ne yazıyorsun?” diye sordum.
“Makale,” diye cevap verdi. Tesettür Ferace “Ne üzerine?” diye üsteledim. Benden hoşlanmadığı gerçeğini
oturttuğumuza göre artık iyi izlenim bırakmak gibi bir derdim kalmamıştı,
üstelik benimle konuşmak istemediği bu kadar barizken
onu konuşmaya zorlamanın derinden derine hoşuma giden bir tarafı
vardı.